Bugün devlet kapısında işe başlamamın 50’inci yıldönümü. Zaman nasıl da hızlı geçiyor, her şey nasıl değişiyor!.. O günlerimi sizlerle de paylaşmak istiyorum, umarım hoş görürsünüz…
İŞ
Babam günlerdir benim için iş arıyor, daha doğrusu önce torpil bulmaya çalışıyor… Artık Ticaret Lisesi’nden mezun oldum, bir an önce çalışmaya, para kazanmaya başlamalıyım…
Bulancak’ta Ziraat Bankası’na başvurdum. Kesin olacak gibi görünüyordu, çok ümitlenmiştim, ama olmadı. Bir ay sonra cevap geldi; askerliğimi yapmamışım, “Gel belgelerini geri al” dediler. Olsun, Üniversiteyi Ankara’da okuyacağım için, esas işi Ankara’da bulmam daha iyi olacak. Babam durumu bütün tanıdıklara iletmiş, birkaç da tavsiye mektubu almıştı. Bir süre sonra asker akrabamız Hüsamettin enişteden; “Gelsin, belki bizim dairede yevmiyeli bir iş ayarlayabiliriz” haberini aldık. Hepimiz çok sevindik.
Babam hemen otobüste yerimizi ayırttı, bana bir valiz ve “Ankara çok soğuk oluyor çocuk üşümesin” diye, ilk kez bir pardösü aldı. Tanıdık yerden borçla alabildiği için, pardösü biraz büyük oldu. Ablamlar o gece epey uğraşıp, kollarını ve eteğini içine kıvırarak pardösüyü bana uydurdular.
16 Eylül 1967 sabahı erkenden otobüse bindik, pek çok yakınım beni uğurlamaya bile geldi. Çoğu ağlıyordu, bu arada teyzem cebime bir şey koydu, sonradan baktım, yirmi liraymış, bu para benim ilk sermayem oldu…
Otobüste babamla yan yanayız, ama konuşmuyoruz. Oysa içimizde fırtınalar kopuyor: Babam, en küçük çocuğunu hiç bilmediği, kurtlarla dolu bir dünyaya sürmenin tedirginliğini yaşıyor, arada hüzünlü gözlerle bana bakıyor ama bir şey söylemiyor. Bense hemen para kazanabilme hayalleri kuruyorum, çünkü para, bütün sorunlarımızı çözecek. Bana bu imkanı sağlayan babama minnetle bakıyorum. “Bunca yokluk içinde bana liseyi okuttuğun, her zorluğa katlandığın için çok teşekkür ederim babacığım, inşallah bunlara layık olacağım…” Bunları ona söyleyemedim ama babam anladı, kolunu omzuma atıp beni sıktı…
Akşam hava kararırken Ankara’ya vardık, gece sıkılarak Leman ablamlara misafir olduk. Sabah erken uyandım, heyecan içinde hazırlandım. Hüsamettin enişte beni işyerine götürdü; tanıttı, anlattı, baktılar, kabul ettiler… Formaliteler tamamlandı ve aynı gün, yirmi iki lira yevmiye ile Kara Kuvvetleri İnşaat Emlak Dairesi’nde sivil memur olarak işe başladım. Bizim oralarda fındık yevmiyesi on liraydı, ben yirmi iki lira alacağım, biraz kesintiler olacakmış ama olsun tabi…
Babam ertesi gün memlekete döndü, tedirginliğimizi birbirimize hiç belli etmedik. Ben Leman ablamlarda birkaç gün daha kaldım, yerimi ayarlayınca Giresun Yüksek Tahsil Talebe Yurdu’na yerleştim..
On dokuz yaşımdayım, ailemden ilk defa ayrılıyorum, nüfusu bir milyonu geçen koca başkentte yapayalnızım. Şimdiye kadar bütün işlerimi babam halletmiş, resmi iş için bile bir devlet dairesine gitmemişim. Şimdi ise bu meçhuller aleminde resmen çalışmaya başlıyorum; “Hayata Atılmak” sanırım bu; yüzme öğrenmek için “Denize Atılmak” gibi…
Milli Savunma Bakanlığı binasına girerken, tanıtım kartımızı yakamıza takıyoruz, yoksa asker içeri almıyor. Çalıştığım oda üçüncü katta, şaşırmadan bulabilecek miyim! Uzun koridorlarda bazen paşalara rastlıyoruz; onlar gelirken kenara çekilip selam durmak gerekiyor. Acaba bir yanlış yapar mıyım! verilen yazıları hatasız yazabilecek miyim…
Odada dört daktilo memuruyuz, sabahtan akşama kadar durmadan yazıyoruz. En kıdemlimiz Beyhan hanım; O yazarken daktiloya şarkı söyletiyor. “Ben de böyle olabilecek miyim acaba!” Çok gayret ediyorum…
Bu arada, yurttaki lise arkadaşlarımla, Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’ne kaydoluyorum. Okula devam mecburiyeti yok, dönem sonlarında sınavlara gireceğim, işteki yıllık iznimi sınavlarda kullanacağım.
Öğrenilecek, başarılacak ne çok iş var; sabah nerde kahvaltı yapacağım, iş yerime nasıl gideceğim, nerde yemek yiyeceğim…
Ankara’ya çocukken bir kez gelmiştim; annem uzun zamandır “Keçiören Verem Sanatoryumu”nda yatıyordu, babam ziyarete beni de getirmişti. Sanırım iki üç gün kaldık, o zamanlar her şey Ulus çevresindeydi; buradaki Atatürk anıtına hayran olmuştum. Dönüşte anıtın kaidesindeki askerlerin duruşunu taklit ederek, çok ilgi görmüştüm…
Şimdi başkenti iyice öğrenmeye çabalıyorum; akşam işten çıkınca, yolu uzatıp yurda bir saat kadar yürüyorum. Yurtta çok güzel arkadaşlıklar kuruyor, etrafı birlikte keşfediyoruz. Kızılay’daki gökdelen en belirleyici noktamız, kaybolursak gökdeleni uzaktan görüp yolumuzu düzeltiyoruz.
Gökdelenin altında Gima var; sanırım burası Türkiye’de ilk. İçinde yürüyen merdivenlerle çıkılan her katta değişik eşya grupları satılıyor. En alt katta ise gıdaların satıldığı süper market var. Sepetle alışveriş yapmayı, aldığın ürünlerin parasını kasada sıraya girerek ödemeyi, kasa fişini, burada görüyoruz. Yürüyen merdivene takılmadan çıkmak için çok dikkat ediyoruz. Gima’nın teras kısmında açılan SET Kafeteryada da, self servis diye bir şey öğreniyoruz; sıraya girip yiyeceklerini tepsine kendin alıyor, parasını orada ödüyorsun; garson yok… Ne değişik bir yer bu koca şehir, bizim oralara hiç benzemiyor.
Gökdelenin karşısında Güvenpark var; fırsat buldukça burada buluşup etrafı seyrediyoruz. Karşı köşedeki Kızılay binası, çatısındaki kocaman Kızılay işaretiyle yörenin sembolü. Öteki köşede de Ulus sineması bulunuyor.
Dolmuş ve otobüsler Ulus – Çankaya ve Cebeci – Bahçelievler ana hatlarında çalışıyor. Belediye otobüslerine arkadan biniliyor, içerde biletçiler bilet kesiyor ve sürekli, “ilerleyelim beyler ilerleyelim!” diye bağırıyor.
Daha sonra arkadaşlarla Ulus’u ve Gençlik Parkı’nı öğreniyoruz. Gençlik Parkı’ndaki eğlence yerlerine, lunaparka, yazlık sinema ve tiyatrolara doyamıyoruz.
Ankara’ya o yıllarda kömür kokusu hakim; bir çok yerden geçerken nefes almakta zorlanıyoruz, silince burnumuzdan kurum çıkıyor, genzimiz yanıyor.
Ankara’da televizyon yayınları da o yıllarda başlıyor; siyah beyaz ve haftada birkaç saat. Yayınları gece, televizyon satan dükkanların önünde toplanarak merakla izliyoruz. Bu hayata doyum olmuyor…
Ve aybaşı geliyor; “Maaş almak için Mutemetliğe gideceğiz” diyorlar. Gidiyoruz. Heyecan içinde bekliyorum, nasıl davranacağımı kestiremiyorum. Sıram geliyor; Mutemet bordroya imza attırıyor, kalemi zor tutuyorum. Çekmecesinden çıkardığı paraları tek tek sayıyor ve bana uzatıyor. Aman Allah’ım, inanamıyorum! Yıllardır beklediğim, hayal ettiğim, maaşımı alıyorum işte… Param bu sefer on üç günlükmüş, gelecek aylar tam ücret alacakmışım, anlatıyorlar, rüyada gibi dinliyorum… Define bulmuş gibiyim, paraları nereye koyacağımı bilemiyorum. Odadakiler beni izliyor, ilk maaşın içimde yarattığı fırtınaları fark ediyorlar. Odamızın yaşlısı Kazım amca beni kucaklıyor, pek çoğu şefkatle başımı okşuyor, beni kutluyor. Mahcup seviniyorum…
Akşam oluyor, işten çıkıyoruz. Ankara’da Sonbahar muhteşem, ben yine yürüyorum, ama önce paramı güvenceye almak için ceplerime bölüştürüyorum. Hafif bir rüzgar esiyor, saçlarım uçuşuyor. Sanırım yüzümde de güzel bir gülümseme var, çok mutluyum çook… İşte nihayet gün geldi, artık para kazanıyorum. İçimdeki coşkuyu engelleyemiyorum; yolun tenha bölümlerinde tıpkı çocukluğumdaki gibi zıplayarak, ayaklarımı bir birine vurdurup değiştiriyor ve uçuyorum…
(YAŞARKEN Kitabımdan)