Köyümü ziyaret ederken,

Soğuk bir sonbahar günü öğle saatleri, Ucarlı’dayız, bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor.

Köyümü ziyaret ederken,
Yayınlanma: Güncelleme: 125 views
Köyümü ziyaret ederken, akrabaları, mezarlarımızı gezerken, anılar da canlandı hepsi birden… İzninizle bunlardan birini paylaşıyorum:
SICAK SU
Soğuk bir sonbahar günü öğle saatleri, Ucarlı’dayız, bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor. Fındık mevsimi için taşındığımız köyden henüz şehre dönmedik. Babam haber göndermiş; şehre bir miktar fındık götürmemiz gerekiyor, satılacakmış. Şehre benden bir büyük Mine ablamla gideceğiz, fındığı da o taşıyacak. Köye araba yolu yok, bir saat kadar yürüyeceğiz.
Evde büyük bir telaş var; bizi yola ve yağmura Nejla ablam hazırlıyor, yağmur, iki odalı ahşap evimizin çinko kaplı çatısında kıyamet koparıyor. Hasta annem yattığı yerden talimatlar yağdırıyor. Nejla Ablam eline ne geçerse bize giydiriyor, bir yandan da; “Bu iki çocuk bu havada şehre nasıl gidecek nasıl!” diye söyleniyor!.. Ablam bir pazen entariyi daha sırtıma atıp, kollarını boğazımda bağlarken artık dayanamıyorum;
– Abla çok giydirdin, yeter, taşıyamıyorum.
– Yağmur çok yağıyo balım, bi saat yürüyeceksiniz, sonra sırtına su geçer, hasta olursun.
– Merak etme, bi şey olmaz, ben artık on bir yaşıma girdim…
Nihayet, arkamızdan endişeli bakışlar ve dualarla evden çıkıyoruz; ablamın sırtında on kiloya yakın fındık torbası var, iki-üç kilo da üzerine örtülen giyecekler gelir… Hava çok kötü, her yer çamur deryası, ayakkabılarımızı çıkarıp elimize alıyoruz. Şehre varınca ayaklarımızı yıkayıp giyeceğiz, şehirde yalınayak yürümek ayıp olur.
Dört kilometrelik yolumuzun büyük bölümü iniş, bazı bölümler taş döşeli, oraları tercih ediyoruz, ama oralar da çok kayıyor. Bazı yerler ise tamamen çamur kaplı, buralarda kenardaki dikenli tellere kadar sokuluyoruz, yine de dizimize kadar çamura bulanıyoruz. Yağmur da devam ediyor, bazen şiddetleniyor bazen yavaşlıyor ama durmuyor. Biz de durmuyoruz bata çıka yürüyoruz.
İki çocuğuz ama kendimize güveniyoruz, üstelik ben erkeğim, ablamı da korurum. İşte “Dağyol”a vardık, şu burnu dönünce Bulancak da gözükecek… İşte gözüküyor; deniz de amma kabarmış, bembeyaz köpükler taa buradan görünüyor. Ablam bağırıyor.
– Haydi yürüüü, bırak şimdi sağa sola bakınmayı, dikkat et kayacaksın.
Cami yanını geçip, “Pelitdibi”ne doğru ilerliyoruz, yollar bomboş, yağmurdan başka hiç ses yok… Yolun iki yerinde mezarlıklar var, oralardan geçerken ürperiyoruz. Ancak, korktuğumuzu birbirimize belli etmiyoruz;
– Abla niye koşuyorsun, beni de bekle, yetişemiyorum.
– Sen de biraz acele et, haydi öne geç, bir de erkek olacaksın.
Artık dereye yaklaşıyoruz, suyun sesi ta buradan duyuluyor, şaşırıyoruz…
İşte dere göründü su çok yükselmiş, ne kadar da hızlı akıyor!.. Şimdi şu dal köprüyü geçmemiz gerekiyor, ama su neredeyse köprüye değecek!.. Köprü dediğimiz de, iki uzun ağaçtan oluşuyor. İki büyük ağacı yan yana yatırıp birkaç yerinden tahta basamaklarla birbirine çivilemişler, bir tarafında da ince dallardan yapılmış korkuluk var.
Çevrede kimse yok, hızla akan derenin uğultusu her yeri kaplıyor, korkuyoruz!.. Ama başka çare yok, bu köprüden geçeceğiz. Köprüyü bazen sel alıyor, şimdi acele etmeliyiz. Baştaki üç basamağı çıkıp, dal köprüye geliyoruz, ablam önde, bana izin vermiyor.
-Ama ben erkeğim, önce geçeyim, sen bana bakar, ona göre gelirsin.
– Hayır ben daha büyüğüm, bir şey olursa sen geri dönersin.
Islak ahşap köprüden kayıp, azgın suya düşmemek için, dört elli yürüyoruz. Ablam sırtında fındık torbasıyla önde, yavaş ve çok dikkatliyiz, köprü sallanıyor, duruyoruz, korkuyoruz ama şükür ki düşmüyoruz!.. İlerliyoruz artık az kaldı, suyun gürültüsü sesimizi boğuyor, ablam sürekli bağırıyor:
-Dikkat eeeet… Sıkı tutun, ayağını iyice basmadan sakın adımını atmaaa!..
Ve köprüyü geçiyoruz, inanamıyoruz, düşmedik ve başardık… Yol bir süre dere yatağından gidiyor; burası bir zamanlar, babamla gelip ateş yaktığımız yer… Köpük köpük akan dereyi ürpererek seyrediyor ve hızlı hızlı yürüyoruz. Artık tehlikeli yerleri geçtik, yolun bundan sonrası düz, şehre yaklaştık, yağmur da azaldı. Üşüdüğümüzü, çok üşüdüğümüzü hissetmeye başladık, yaklaşık bir saattir çamur içinde olan çıplak ayaklarımız belki de donmak üzere. Şimdi bu ayakları, bir de buz gibi suyun altında yıkayacağız!
Normal zamanda ayakkabılarımızı, şehrin yakınındaki “Sinek Suyu” çeşmesinde giyiyoruz. Bugünse hava çok yağmurlu, buradan sonra da epeyce çamurlu yer var, ayakkabılarımızı daha sonra giymeliyiz; ama oralarda çeşme yok.
Yürürken aklımıza, şehrin girişinde evleri olan Hayriye abla geliyor, seviniyoruz. Akrabamız da olur, ama şehirde oturuyorlar, acaba bize biraz su verir mi?
– Verir herhalde…
– Vermezse yandık!
– Vermezse ayaklarımızı çimenlere siler, çamurlu çamurlu giyeriz ayakkabıları…
– Tamam tamam işte geldik, haydi çağır.
– Hayriye abla… Hayriye ablaaaa……
Kapı açılıyor:
– Hayrola çocuklar, nedir bu haliniz, bu havada köyden mi geldiniz?
– Evet abla, ayaklarımızı burada yıkayabilir miyiz? Çok çamur olduk, bize biraz su verebilir misin?
– Tabi tabii çocuklar, az bekleyin, çok da üşümüşsünüz, nasıl geldiniz bu havada nasıl!…
Hayriye ablayı mahcup beklerken ellerimizi nefesimizle ısıtmaya çalışıyoruz. Hayriye abla elinde bir ibrikle geliyor. İbriği alıp, çamurlarımız girişi kirletmesin diye tarla tarafında bir kenara çekiliyoruz.
– Önce ben dökeyim sen yıka, sonra da sen bana dökersin.
– Tamam abla, azar azar dök, çok üşüdüm, yavaş dök suyu.
Soğuktan çekinerek ayağımı uzatıyorum, sanırım ayaklarım donmak üzere. Su dökülüyor, dumanlar çıkıyor, ne olduğunu ancak bir süre sonra anlayabiliyorum.
– Aman Allah’ım, sıcak su bu, sıcak suuu! Oh ne güzel, dök dök abla, biraz daha dök. Sıcak su buuu!
– Sus, bağırma…
Suyun döküldüğü yerden dumanlar yükseliyor, içimiz ısınıyor, moralimiz düzeliyor. Ablam da ayaklarını yıkıyor, lastiklerimizi giyiyoruz, çook mutluyuz, hayretler içindeyiz: “Acaba bize su verir mi” diye tereddüt ettiğimiz Hayriye abla, hem de sıcak su vermişti bize, sıcak su…
Nasıl içimizi ısıttın abla, bizi nasıl sevindirdin, nasıl mutlu ettin bilemezsin. Allah da seni çok sevindirsin Hayriye ablaaa…
Artık hazırız, ablam taşıdığı fındığı yeniden sırtına yüklenmiyor, şehirde ayıp olur. Torbanın birer ucundan tutup birlikte taşıyoruz, hem de atlaya zıplaya…
(YAŞARKEN kitabımdan)

İLK YORUMU SİZ YAZIN

Hoş Geldiniz

Üye değilmisiniz? Kayıt Ol!

Hemen Hesabını Oluştur

Zaten bir hesabın mı var? Giriş Yap!

Şifrenizi mi Unuttunuz

Kullanıcı adınızı yada e-posta adresinizi aşağıya girdikten sonra mail adresinize yeni şifreniz gönderilecektir.