Bu hafta sizin için Jack London’ın Kızıl Veba kitabını seçtim.
Bu eseri okurken pek çok kayıp yaşadığımız pandemi dönemi üzerinde uzun uzun düşündüm. Yazarın bir asır önce, kızıl veba denilen bir hastalık yüzünden insanın neredeyse yeryüzünden silindiği bir dünyayı tasavvur ederek yazdığı bu eser bana çok ilginç geldi.
Bizim yaşadığımız pandemiyle kitapta olduğu gibi binlerce yıllık kültür ve medeniyet, köpük misali yok olup gitmedi, dünyayla iletişim kesilmedi. Ama maalesef pek çok insanı, özellikle belirli yaşın üstündekileri ve bağışıklık sistemi zayıf olanları kaybettik. İlk zamanlar bazı yerlerde panikle yağmalar yaşandı.
Yazarın kurguladığı kızıl veba insanın yüzünün kızıla dönmesiyle ölüm damgasını yediği, süratle öldüren bulaşıcı bir hastalık. Bilindiği kadarıyla iyileşen bir vaka yok.
Kahramanımız İngiliz edebiyatı profesörü Granser torunu Edwin ve onun arkadaşı Hooo-hooo ile konuşurken inceliksiz ve basit bir dil kullanıyor çünkü artık gençler ihtiyarın sözdizimi ve sözcük seçimlerine dikkat ederek kullandığı cümleleri, onun zengin kelime dağarcığını anlamıyorlar. Kısacası önce dil bozuluyor.
Dil medeniyetin, kültürün önemli bir parçası. Bizler zengin bir kelime hazinesine sahip miyiz? Dili, sözdizimi ve sözcük seçimine dikkat ederek kullanmaya özen gösteriyor muyuz? Yoksa kesik kesik, kopuk kopuk, ana dilden uzak, farklı dillerden kelimelerle çarpıtarak bozuyor muyuz?
Granser “Ah sevgili torunlarım, enfes yiyecekler bulduğumuz o günlerde yaşamın tadı vardı.” diyor. Yengeç yerken eski günlerde yengecin yanında servis edilen mayonezi hatırlayıp özlüyor. İki kuşak geçtiğini ve kimsenin onu koklama fırsatı bulamadığını söylüyor.
Sen neleri özlerdin? Sadece denizde ve karada avlayabildiklerinle karın doyurmak nasıl olurdu?
Bir kalıp sabun görmeyeli altmış yıl oldu diyen Granser ile empati kurabilmemiz mümkün mü?
“Keşke bir fizikçi ya da bir kimyacı bu salgından kurtulsaydı.” diyor profesör. Onun İngiliz edebiyatı profesörü olmasının bu ilkel dünyada kime ne yararı var? Siz ateş yakmayı becerebilir miydiniz vahşi doğada? Suyunuzu nasıl bulur, zehirli bitkileri nasıl ayırırdınız faydalı olanlardan? Tavşan avlayabilir miydiniz?
Yeni bilim adamlarının doğması, yeni bir sistemin kurulması kaç zaman alırdı kimbilir…
Kitapta medeniyetin çöküşüyle büyücü doktorların türediği yazıyor. Ölüm çubuğu göndererek insanları öldüren büyücüler… Bizim medeniyetimizde var mı böyle batıl inançlar? Ne dersiniz?
Toplumsal sınıfların yok olmasından da bahsediyor kahramanımız. “Bizler toprağa, makinalara, her şeye sahip egemen sınıftık. Yiyecekleri getirenlerse bizim kölelerimizdi. Ellerindeki yiyeceklerin neredeyse hepsini alır onlara da birazcık bırakırdık ki çalışacak enerjileri olsun ve bize daha çok yiyecek getirsinler.” Oysa yeni yaşamında artık ne kâhyası ne hizmetçisi ne de aşçısı var Granser’in.
Siz kendi işinizi kendiniz görebiliyor musunuz? Yardımcılarınız olmasa nasıl olur yaşamınız?
Dünyanın görüp görebileceği en büyük servetin içine doğmuş olan Vesta bile vahşi bir adam tarafından dövülerek köleleştiriliyor ve artık odun toplayıp ateş yakmak, yemek pişirmek ve kamptaki onur kırıcı işleri yapmak zorunda kalıyor.
Profesörümüz günün birinde insanlar okumayı yeniden öğrenecek diye umuyor. Bir mağaraya bir sürü kitap depoluyor. “Mağaramın başına bir iş gelmezse eğer, bir zamanlar Profesör James Howard Smith diye birinin yaşadığını ve eski insanların bilgilerini onlar için muhafaza ettiğini öğrenecekler.” diyor.
Tıpkı bizim gibi o da geleceğe kitaplar yoluyla hoş bir seda bırakmak istiyor.
Bu yazımızı da güzel dileklerle bitirelim.
Sahip olduğunuz tüm güzelliklerin farkında olduğunuz, kalabalıklar içinde maske takmadan rahatça nefes aldığınız, yasaksız çarşı pazar kafe park dolaşabildiğiniz, sağlık, mutluluk, bolluk bereket ve barış dolu uzun bir ömür diliyorum sizlere…
Hoşça kalın, kitaplarla kalın.
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.